Süleymaniye de bir ara sokakta kuru fasulyesi ile ünlü bir lokantada ikisi kız ikisi erkek dört liseli genç öğlen yemeği yiyorlardı. Hava yağmurlu olmasına rağmen açık havada cadde üzerindeki masalardan birini tercih etmişlerdi. Üzerinde parka ve başında “Che”tipi bir kep olan Maruf arkadaşlarına dönerek, ” Arkadaşlar Rahşan hocamızın verdiği tarih ödevini tamamlamak için hazırmıyız “diye sordu. Gençlerin üçü de evet anlamına başlarını salladılar. Tarih hocalarının verdiği ev ödevinde, her öğrenci İstanbulun tarihi anıtlarından birini ve bu anıtla ilişkisi olan tarihi bir kişi hakkında iki sayfayı geçmeyecek bir yazı hazırlayacaktı. Yazı eğer resim, mecmua yada gazete kupürü gibi bilgilerle süslenirse bir not da cabası ikramiye alacaklardı. Rahşan öğretmen not konusunda oldukça cimri idi ,ondan yedi alanlar sanki on almış gibi sevinirlerdi.
Semay ile Tülin Kadıköy tarafında oturuyorlardı ve her gün Karaköy vapuruna beraber binerler ve kule dibindeki okula yürüyerek çıkarlardı. Kızların ikisi de giyimine çok düşkündü, Semay ın üzerinde saçları gibi siyah bir kazak altında da ekose bir etek vardı, Tülin ise iki parçalı bir tayyör giymişti. Cemal okulda leyli okuyordu ve bugün salı olmasına rağmen izinli olarak dışarı çıkmak onun için bulunmaz bir nimet olmuştu. O gün tarih son dersti ve Rahşan Hoca ev ödevi nedeniyle ders yapmadan bütün sınıfa izin vermişti. Cemal ders bittikten sonra yatakhaneye giderek evladiyelik kruvaze takım elbisesini üzerine geçirmiş ve hep beraber arkadaşları ile kapağı okul dışına attmışlardı. Yağmur başladığından Bankalar caddesinden bir tramvaya binip Eminönüne geçmişler buradan da Mısır çarşısından yukarıya Süleymaniye doğru yürüyerek yemek yedikleri lokantaya gelmişlerdi.
Maruf ,Vefa semtinde oturuyordu onun için bugün gezecekleri yerlerde arkadaşlarına rehberlik yapacaktı. Maruf un boynunda körüklü Bessa marka eski bir fotoğraf makinası vardı. Bu makina ile çekeceği resimler hepsi için eksra bir not demekti.
MİMAR SİNAN TÜRBESİ
MİMAR SİNAN TÜRBESİ
Yağmur biraz hafiflemiş dört genç Süleymaniye Kuru Fasulyecisin den çıkıp Ağa Kapısına doğru yürümeye başlamışlardı. Kızlar yanlarında getirdikleri plastik yağmurluk ve kapışonları başlarına geçirdiler, Cemal ile Maruf da bir şemsiyeyi paylaşıyorlardı. Cemal cebinden bir paket Yeni Harman sigarası çıkardı ve arkadaşlarına ikram etti. Kızlar almadılar, Maruf Zippo çakmağı ile Cemalin ve kendi sigarasını yaktı. İstanbul Müftülüğünün önüne geldiklerinde beş altı yaşlarında bir kız çocuğunun önünden geçtiler. Kızın lüle lüle günlerdir yıkanmamış kestane rengi saçları darmadağınıktı. Dudaklarındaki ağız armonikasını anlamsız bir melodi ile üflerken yalvarır bakışlarla gri renkli kocaman gözlerini gençlere dikmiş bakıyordu. Semay çantasından bir yirmi beş kuruş çıkardı ve kızın önündeki maşrapaya bıraktı, biraz önce Süleymaniye de yaşlı bir dilenci kadına dayanamayıp para veren Tülin de son bozuk parasını küçük kıza verdi.
Fetva yokuşunun başına gelmişler tam Mimar Sinan Caddesine doğru karşıya geçeceklerdeki yokuş yukarı çıkan bir at arabası karşılarına çıktı. Maruf ,”aman durun çocuklar “diye herkesi durdururken, yokuş yukarı çıkmaktan yorulmuş at ağzında köpükler saçarak kişnedi ve ön ayakları ile şaha kalktı. Arabacı,” çüşşş” diye bir taraftan atı durdururken, liseli gençlere”ulan önünüze baksanıza!” diye çıkıştı.
Araba tekrar yola düzüldükten sonra gençler caddeyi geçip iki yolun kesiştiği yerdeki üçgen alana kendilerini attılar. Üçgenin uç noktasında bir sebil ve iki kenarındaki Mimar Sinan ve Fetvahane caddeleri boyunca uzanan mermer duvarlar içinde bir türbe vardı.
Semay: “Işte arkadaşlar dedi, benim ödev bölgem burası, inanamıyacaksınız ama bu mütevazi türbe Mimar- ı Azam Sinanın türbesi. Maruf bu türbeyi herkesten iyi biliyordu ama Tülin ve Cemal ilk defa görüyorlardı.
“ Mimar Sinan belki de Süleymaniye Külliyesindeki Kanuni Sultan Süleymanın türbesini gölgede bırakmamak için kendi türbesini böyle küçücük yapmış”,
diye devam etti Semay.
“Aslında eskiden bu iki sokağın birleştiği şu üçgen alanın içinde Mimar Sinanın mütevazi evi de varmış, ama bu ev sonradan yıkılmış. Mimar Sinan hayattayken evinin bahçesinin köşeciğine türbesini yapmış. Evinin yanına da bir sibyan mektebi yapmış ama o da günümüze ulaşamamış. Düşünün, arkadaşlar, üç yüz elliye yakın eser bırakan bu büyük Sinan kendi hayatını anlatırken* bile gerçekçi ve ne kadar mütevazidir ve şöyle der,
Bu değersiz kul , Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup , Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında , tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek , görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbula dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.
Semay Mimar Sinanı anlatırken diğerleri de hem onu dinliyor hemde etrafı inceliyorlardı. Mermer duvarın içinde demir parmaklıklı bir dua penceresinin arkasında Mimar Sinanın türbesi görünüyordu. Bu türbe alışılmış türbelerden farklı olarak yanları açık, altı adet mermer sütun üzerine konulmuş bir tonozun altında duruyordu. Damın ön kısmında küçük bir kubbe vardı. Bu kubbenin bir benzeride mezar duvarlarının dışında kalan sebilin üstünde görülüyordu. Mimar Sinanın kabrinin başucunda mermerden çok güzel işlenmiş bir kavuk vardı. Üçgen mezarlık alanı boydan boya iki buçuk metre boyunda beyaz taştan mermer duvarlarla çevrilmişti. Taş duvarın içinde mermer çerçeveli pencereler vardı. Pencerelerin içinde bir biri üzerine geçirilmiş taş dairelerden birer kafes örülmüştü. Hacet penceresi denilen ve kabrin tam baş kısmına gelen pencerenin içinde ise demir parmaklıklar vardı. Bu pencerenin tam üstünde altın yaldızlı bir kitabe de şu satırlar okunuyordu.
“Ey iden bir iki gün dünya sarayında mekân Cay-i asayiş değildir âdeme milk-i cihan Han Süleyman’a olub mimar bu merdi Güzin Yapdı bir cami verir Firdevsi âlâdan nişan Emri şahile kılub su yollarına ihtimam Hızr olub abıhayatı âleme kıldı revan, Çekmece cisrine bir tâkı muallâ çekdi kim, Aynıdır âyinei devranda şekli Kehkeşan Kıldı dört yüzden ziyade mesçidi âli bina, Yapdı seksen yerde cami bu aziz kârdan. Yüzden artuk ömr sürdü akıbet kıldı vefat Yatuğu yeri Hüda kılsın anın bagı cinan Rıhletinin Sâi-i dâi tarihini Geçdi bu demde cihandan pîri mimaran Sinan 996.”
“Peki Sinanın yanındaki diğer üç mezar kime ait?” diye sordu Cemal. “ Valla bildiğim kadarı ile Mimar Sinanın sağı ve solundaki mezarlarının biri onun ikinci karısı Gülruh Hatuna, diğeri ise torunu Derviş Çelebiye ait olduğu söylenir. Üçüncüsü ise şöhretli bir mimara aitmiş, ama ismini unuttum.”
diye yanıtladı Semay.
“Aaa ben bir kitapta okumuştum! Türkiye de Neo- Klasik mimarinin öncülerinden Ali Talat Bey, ölünce çok sevdiği Mimar Sinanın yanına gömülmesini vasiyet etmiş. 1920 li yıllarda vefat edince de onu buraya gömmüşler”, diye atıldı Tülin.
Semay:
Mimar Sinan Şehzade ve Süleymaniye camileri için; “Kalfalığımı İstanbul’daki Şehzade Camiinde icra ettim. Üstatlığımı da Süleymaniye Camiinde.” der. Sinan Süleymaniye Külliyesini bitirince caminin anahtarını Sultan Süleyman’a takdim eder. Sultan Süleyman ise, “bu eseri sen yaptın, ilk olarak da içeri girmek senin hakkın der” ve anahtarı iade eder. Herhalde Mimar Sinan ömrünün son yıllarını bu küçük kabristana bitişik evinde geçirdi.
“İşte arkadaşlar benim tarih ödevim bu kadar”.
VEFA BOZACISI
Gençler Semay’ın sunumu çok beğenmişlerdi. Cemal, “şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu. Maruf, Dağbaşını Duman Almış marşı temposunda ; “Yürüyelim Arkadaşlar !”diyerek öne geçti. “Boza içeceksiniz şimdi” dedi.
Ahşap evler içinden arnavut kaldırımı sokaklardan geçerek Vefa’ ya doğru yürüyorlardı. Köşebaşında bir çınar ağacının yanında durdular, Maruf ağacın altında’ki büyük taşı göstererek, “biliyormusunuz bu taş ne taşı?”diye sordu. Herkesin dudak bükmesini görünce; “Bu bir el kesme taşıymış. Eski devirlerde bunun üzerinde iki demir halka varmış. Hırsızlık yapanların eli burada bileğinden kesilirmiş. Tabii hırsızın da çesitlisi vardır. Mesela kıtlık devrinde yada ailesine ekmek çalan bir hırsızdan bahsetmiyoruz. Bu daha ziyade büyük hırsızlıklar ve kendisine emanet edilen malları çalıp zimmetine geçirenlere uygulanırmış. Bana bunu dedem İbrahim Vefa anlatmıştı. O görmemiş ama öyle söylemişler ona ”.
Dört arkadaş önce Vefa Lisesinin sonrada küçük bir caminin yanından geçtiler ve üç yol ağzı bir meydana geldiler. Maruf soldaki üç katlı taş binayı gösterek, işte bizim oturduğumuz ev burası dedi. Yanındaki ahşap evlerin içinde bu taş bina daha bir dikkat çekiyordu. Yan duvarında tam damın altında mermerden oyulmuş bir ayyıldız ve 1922 tarihi göze çarpıyordu. Sokaktan aşağı doğru yürümeye devam ettiler. Dar sokağın dik bir yokuşla kesiştiği yerde bej renkli badanalı iki katlı bir binanın önüne geldiler. Binanın üç kemerli ön yüzünde kocaman kırmızı bir tabelada “Tarihi Vefa Bozacısı” yazıyordu.
Maruf, “Vefa Bozacısının hikayesi uzundur” dedi. Evliya Çelebinin yazılarında İstanbulda bir tarihte üç yüz kadar boza imalathanesi ve bu bozaları sokak sokak dolaşıp satan bin kadar bozacı olduğundan bahseder. O zamandan beri, bu fermantasyonlu içecek yemekten sonra insanın sindirimini kolaylaştıran, büyük küçük bütün ailenin soğuk kış geceleri mangal etrafında toplanıp sohbet ederken tercih ettiği bir gelenekmiş. Dedem Hacı İbrahim Bey ve Kardeşi Hacı Sadık Bey 1800 lü yıllarda Yugoslavyanın Prizren köyünden İstanbula göç etmişler ve Vefa semtine yerleşmişler. Burada açtıkları bozacıda ekşi olan bozaya biraz daha tad katarak imalata ve satışa başlamışlar. Şu elimde gördüğünüz 1876 yılından ki alamet-i farika’yı gösteren eski resimde : VEFA BOZA, ŞIRA VE SİRKE FABRİKASI MUCİT VE MÜSTAHZİRİ HACI SADIK VE HACI İBRAHİM BİRADERLER KURULUŞ TARİHİ 1293
yazıyor.
Yani dedem ve büyük amcam Bozayı miladi 1876 yılında Vefa Semtinin bir markası haline getiriyorlar. Sonra yıllar geçiyor ve önce amcam Hacı Sadık Bey vefat ediyor. Dedem İbrahim Bey bir müddet kardeşinin oğlu ile Vefa Bozacısını birlikte işletiyorlar . Ama sonra dedem hastalanıyor ve hastalığı sırasında nasıl oluyor bilinmez, dedem haklarını amcamın oğluna devrediyor. Dedem ölünce de kardeş çocukları tamamen ayrılıyorlar. Dedemin oğlu Mehmet Emin Vefa 1956 da "Vefa Bozacısı Hacı İbrahim Oğlu Mehmet Emin Vefa" adıyla Şişhanede bir imalathane açıyor ve baba mesleğine burada devam ediyor. Şu tabelada gördüğünüz gibi Hacı Sadik Beyin oğlu İsmail Vefa da Vefa Bozacısı olarak tarihi binada boza ve sirke satışına devam ediyor.
Maruf, iç geçirerek ön cephesi bir yuvarlak silindir gibi iki sokağı da gören üç katlı taş binayı işaret etti. “Dedem bu bozacı dükkanın yanındaki binanın üst katında otururdu. Burası onun gençken gelip kardeşinle birlikte yerleştiği ve onların Boza ile Vefa ismini eş anlama getirdikleri yerdi. Ne yazıktır’ ki onun ismi artık bu semtte yok, hatta onu bırak Eyüp Sultan mezarlığındaki mezar taşı bile zamanla kayboldu. İsterseniz siz içeri girip birer boza için, bende elimdeki kitapları gidip eve bırakayım. Daha iki tarih projemiz daha var, bunları elimizde taşıyıp hamallık etmeyelim diyerek arkadaşlarının yanından ayrıldı.
Diğer üç arkadaş ortadaki kemerin içindeki camlı kapıdan dükkana girdiler. Dükkan’ın sol tarafında boylu boyuna tahta bir tezgah uzanıyordu. Tezgah’ın arkasında, iznik çinileriyle süslü duvarın önünde boza güğümleri vardı. Tezgah’ın üstünde de müşterilere servis yapılan boza bakraçları ve bardaklar konmuştu. Başında ahçı şapkası olan bozacı, kapının yanında ki kasada duruyor ve müşterilere buradan servis yapıyordu. Dükkanın arka bölümü boydan boya bir etajer aynası ile kaplanmıştı . Aynanın altındaki duvara bitişik sırada, son derece şık iki hanım bozalarını içip sohbet ediyorlardı. Sağ tarafta ki duvarın bir köşesinde Atatürkün burada yıllar önce içtiği bozanın bardağı cam bir fanus içinde müzeleştirilmişti. Hemen yanındaki bütün duvarı kaplayan rafın üzerinde enva- i çeşit sirke şişeleri yerleştirilmişti. Duvarlardaki İstanbul gravürleri arasında da bozayı tarif eden ve faydalarını anlatan bir tabela da şöyle diyordu.
Boza darı irmiği su ve şekerden imal edilir. Boza mayalanması sırasında laktic asit üretir. Ender gıda maddelerinde bulunan bu asit çok değerli olup, hazmı kolaylaştırıcı bir etkisi vardır. Süt yapıcı özelliği dolayısıyla hamile bayanlara ve vitamin kaynağı olarak sporculara tavsiye edilir. Kolera hastalığının tedavisinde de son derece etkilidir.
Üç arkadaş paralarını birleştirip birer bardak boza aldılar ve mermer masalardan birine oturup hem bozalarını içtiler, hemde bundan sonraki tarih ödevini konuşmaya başladılar.
MOLLA GÜRANI KİLİSE CAMİİ
MOLLA GÜRANİ KİLİSE CAMİİ
Birazdan Maruf kapıda göründü, hep beraber Bozacıdan çıkıp arnavut kaldırımı yoldan yokuş aşağı inmeye başladılar. Köşe başında, üzerinde mavi önlüğü başında kasketi ile yaşlıca bir adam tezgahını kurmuş mangal üstünde kavrulmuş kestane ve leblebi satıyordu. Adamın cüssesine oranla çok büyük bir kafası vardı. Cemal, acaba “Pazarola Hasan denilen adam bu mu?” diye aklından geçirdi. Tülin yaşlı adamdan yüz gram leblebi alıp gazete kağıdından yapılmış külahtan arkadaşlarına ikram ederek, “ Çocuklar bilirsiniz benim resim ve güzel sanatlara olan merakımı!. O yüzden sanat değeri yüksek ve çok eski bir binayı seçtim, adı Molla Gürani Kilise Camii, biraz aşağıda kalıyor gelin oraya doğru yürüyelim” dedi.
Yokuştan aşağı bakıldığında Haliç kıyıları görülüyordu, yağmur durmuş Fatih Camiinin minareleri arasında gök kuşağı çıkmıştı. Sol tarafta bakımsız bir Osmanlı mezarlığında kedi yavruları mezar taşları arasında oynaşıp duruyordu. Yokuş aşağı doğru inerken sağ tarafta küçük bir kol yapmış, kör bir sokağı andıran yoldan ufak bir düzlüğe iniyordu. Bu küçük yolun düzlüğe kavuştuğu yerde kırmızı tuğladan yapılmış tipik bir bizans kilisesi yada bir manastır kompleksi vardı. Kilisenin güney tarafında oraya sonradan ilave edildiği pek belli olmayan bir minare yükseliyordu. Minare Selçukluların mimarisinde görülen tuğladan yapılmış olduğundan sonradan eklendiği kırmızı tuğlalı bizans kilisesi ile tam bir uyum içindeydi.
Cemal önden giderek düzlüğe vardı, dar yol buradan da ahşap evler arasında Haliç e doğru devam ediyordu. Kilisenin ön cephesi yer seviyesinden bir metre kadar yükseklikte idi ve iki taraflı, sonradan yapılan bir merdivenle ana kapıya çıkılıyordu. Binanın cephesinde, en uçlardaki ikisi tuğla ile örülmüş, sekiz tane kemerli pencere vardı. Pencerelerin altındaki duvarın içinde çok eski devirlerden kaldığı belli olan, hepsi birbirinden ayrı desenli mermer oyması taşlar yerleştirilmişti. Semay ile Tülin merdivenlerden çıkarak, yeşil demir parmaklıklı pencerelerden kilisenin içine baktılar. Tadilat dolayısı ile bina ziyaretçilere kapalı idi. Maruf ahşap bir binanın önüne geçmiş kilisenin resmini çekiyordu. Birazdan o da arkadaşlarının yanına geldi ve “ Tülin ben bu camiyi Vefa Camii olarak bilirdim, anlat bakalım bu Molla Gürani ve Kilise Camii adları nereden geliyor ” dedi.
Tülin,
“Theodoros Kilisesinin ilk defa 5. yüzyılda Aziz Theodoros’a adanmak üzere yapıldığı tahmin ediliyor. Bunun ispatı da temeldeki taşların bu devirin izlerini taşıması. Bugün gördüğünüz bina ise XI yüzyılda Aleksios Komnnenos devrinde yapılmış, bu devirde İstanbul tuğla ocaklarından alınan tuğlalar kullanılmış yapıda. Binalar Komnennos ve Palaiologos mimarisinin bir örneği, tuğla ve taşlar birbirlerinin alternatifi olarak kullanılmış çoğu yerde. Sonra Haçlı seferleri sırasında kilise tahrip ediliyor ve 1261 yılında büyük bir tamirat görüyor ve şu gördüğünüz dış narteks binaya ekleniyor. 1453 yılında Fatih İstanbulu aldıktan sonra Hocası Molla Gürani’yi bu kiliseyi Camiye çevirmesi için görevlendiriyor. Camii 1833 yılına kadar içindeki mozaikler ve kubbelerinin iç kısmındaki resimler ile yaşamını sürdürüyor. Bu tarihte büyük bir yangında mozaiklerin bir çoğu kayboluyor.1848 yılında yapılan onarımda resimlerin üstü sıva ile kaplanıyor. Neyse’ ki bundan tam bir asır sonra 1937 de yapılan onarım sırasında bu sıvalar sökülüyor ve kalan mozaik ve resimler tekrar gün yüzüne çıkarılıyor.”
Tülin bunları söyledikten sonra elindeki notlara bir göz attı ve devam etti: “Molla Güraninin hayatına gelince; Molla Gürani Suriyede doğup Kahirede yetişen büyük bir din adamı ve alimmiş. Tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh konularında engin bilgi sahibi imiş. İstanbula gelince onu Padişah 2. Muratın “huzuruna cikarmışlar. Padişah Molla Güraninin bilgisinden o kadar etkilenmişki, onu Manisada bulunan şehzadesi Mehmetin hocalığına tayin etmiş. Hatta çok dik başlı olan oğlunu dövebileceğini bile söylemiş. Molla Gürani ise geleceğin Fatih’ini yola sokmak için, Arapça olan bir yazıyı Şehzadeye tercüme ettirmiş. Yazıda öğrenciyi eğitmek için dayağın mübah olduğu yazılıymış. Bunu okuyan Şehzade Mehmet kısa zamanda yola gelerek, önce Kuranı hatim etmiş sonrada Hocasından ilim irfan ve lisan öğrenmiş.
Padişah oğluna kısa zamanda bu kadar bilgiyi öğreten Molla Güraniyi mükafat olarak Vezir tayin etmek ister. Ama o, benden başka bu işi bekleyen çok kişi var deyip, Bursa Kadılığı ile yetinmiş. Fatih İstanbulu aldıktan sonrada saltanatı boyunca ona hep akıl danışmış ve Molla Gürani Şeyhülislamlığa kadar yükselmiş. Bir bayramda hava kötü yerler çamurluymuş. Molla Gürani Padişahtan affını isteyerek bayramı uzaktan kutlayayım der. Padişah ise, biz onlar burada olunca Bayram ederiz deyip, onun atı ile selamlığa kadar gelmesine izin vermiş.
Molla Gürani şu gördüğünüz camide ilim, irfan ve dini bilgileri insanlara öğretmiş. Ömrünün son yıllarını küçük evinin bahçesinde geçirirken, bir gece onun sabaha kadar kuran okuduğunu görmüşler. Sabah yanına gelen vezirlere ve müminlere “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bugündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur’an- ı kerim okumaya devam ediniz, ikindiden sonra fazla uzamaz. ” demiş ve Sultan İkinci Beyazıtın bütün borçlarını ödemesini ve bizzat cenaze namazını kılmasını ve cenazesinin ayaklarından çekilerek mezara getirilmesini vasiyet etmiş. İkindi ezanı okunurken de kelimeyi şahadet getirip ruhunu teslim etmiş. Ertesi gün Padişah cenaze namazını kıldıktan sonra Molla Gürani, Aksaray ile Topkapı arasında, tramvayların geçtiği Vatan Caddesinin yanında kendi yaptırdığı caminin bahçesine gömülmüş. Ama tabi kimse onu ayağından çekmeye cesaret edememiş, beyaz kefene sarılı naaşını bir hasır üzerinde mezara sürüklemişler. İşte benim hikayede böyle bitiyor.”
Cemal, “Valla o kadar güzel ve detaylı anlattın ki kıskanmadım desem yalan olur, benimki sizin anlattıklarınız yanında biraz sönük kalacak galiba” diyerek endişeli bir yüz ifadesi takındı.