Burası birbirinden güzel gül bahçeleri, seralar, akar sular ve köprüler ile dolu yemyeşil bir korudur. Koruya dik bir yokuştan çıkılır. Korunun üst kısmında eskiden Yıldız sarayı denilen ve Abdülhamit’in son yıllarını geçirdiği bir köşkler zinciri vardır: Şale Köşkü, Malta Köşkü, Çadır Köşkü, Pembe Köşk, Beyaz Köşk ve Sarı Köşkler, Pembe ve Yeşil Seralar Çelik Gülersoy tarafından ihya edilecek, yabani sarmaşıkların kapladığı yerler gül bahçelerine ve içinde bembeyaz kuğuların ve yeşil tüylü ördeklerin yüzdüğü havuzlarla donatılacaktır. İlkbaharda etraftaki erguvan ağaçları, pembe mor çiçekleri ile bir yaz yağmuru gibi etrafı kaplar, bu ağaçlar arasında kuşlar cıvıldaşır, bülbüller şakırdı. Ne zaman güzel bir park görsem ve temiz bahar havası teneffüs etsem, Yıldız Parkını hatırlamışımdır.
Özlediğim İstanbul Kitabından 29 Kasım 2001
Benim Yıldız Parkı ile tanışıklığım orta okul yıllarında olmuştu. 1960lı yılların başlarında Beşiktaş futbol takımının antremanlarını seyretmek için Çırağan sarayı harabeleri yanındaki Şeref stadına giderdim. Bazen futbolcular hemen yolun karşısındaki Yıldız Parkına kros yapmaya çıkarlardı. Biz genç taraftarlarda sevdiğimiz futbolcuların peşinden nefes nefese Yıldız sarayına kadar koşardık.
Yıldız Parkını ikinci gelişim 1989 yılında oldu. O zamanlar iki yılda bir yaptığım İstanbul ziyaretlerinin birinde buraya amca oğlum Bülent ve onun ailesi ile birlikte, ama bu defa araba ile gelmiştik. O gün Yıldız parkına hayran kalmıştım. Çocukluğum’un o” jungle” şeklindeki vahşi ormanı gitmiş yerine yukarıda Özlediğim İstanbul kitabından alıntı yaptığım güzel park gelmişti. Yıldız Parkı gibi, Çırağan harabeleri de beş yıldızlı bir otel’e dönüşmüş, ama üzerinde Beşiktaşın tarihi yazılı Şeref stadının sahası otelin araba parkının altında gömülü kalmıştı.
Yıl 2011 aylardan Kasım. Beşiktaş vapur iskelesinde indim, yürüye yürüye o çok aşina olduğum yoldan yürüyerek Yıldız Parkına gidiyorum. Çırağan sarayının önünden geçerkendurdum o büyük kapının resmini çektim, Şenolları, Birolları Necmileri, Yusufları, Sanlıları, o toprak sahayı, kale arkasındaki Atatürk panosunu, denize kaçan futbol toplarını düşünerek kapıdan içeriye baktım. Mercedes arabalar, korumalar, yeşil parklar, çiçek tarhları gördüm içeride.
Yıldız Parkına geldiğimde o eskiden geçerken hep gördüğüm ama önemsemediğim Camiyi bu defa büyük bir merakla gezerek turuma başladım.
KÜÇÜK MECİDİYE CAMİİ
KUCUK MECIDIYE CAMII, YILDIZ PARKI
Yıldız Parkının tam giriş kapısının sol tarafındaki Karakol binasında İstanbul Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü var. Girer girmez sağda ise Küçük Mecidiye Camii yer alıyor. İsminden de anlaşılacağı üzere camiyi Sultan Abdülmecit yaptırmış. Cami duvarının sol tarafına doğru avluya giriş kapısı bulunuyor. Üstü taçlı ve Abdülmecit’in Tuğrasını taşıyan koca bir kapı. Kapının üzerindeki kasidede caminin 1848 yılında yapıldığı yazıyormuş. Bu kapının iki tarafındaki duvarda simetrik olarak yola açılan beşer pencere bulunuyor.
Bilindiği gibi Büyük Mecidiye Camii Orta köydeki kartpostallara resim olan deniz kıyısındaki camii. Küçük Mecidiye ise belki de Yıldız Parkının girişinde olduğundan gözden ırak kalmış. İstanbulda’ki birçok camide olduğu gibi bununda birden fazla ismi var: Teşrifiye Camii ve Misafir Camii. Bu isimler neden verilmiş bilemiyoruz. Eskiden camiinin yanında bir sıbyan mektebi birde kervansaray varmış. Kervansarayda Anadoluya gidecek askerler misafir edilirmiş, belki de bu nedenle Misafir Camii denilmiş camiye.
Caminin avlusuna girer girmez Osmanlı mimarisine has olmayan değişik bir yapıyla karşılaşıyorsunuz. Avlunun zemini koca koca taşlarla kaplı, bir köşedeki set üstünde incir ve kestane ağaçları arasında birkaç mezar var. Eskimeye yüz tutmuş ve yüzeyi zamanla aşınmış, tek minaresi gotik ve arap mimarisi karışımı. Özelikle çepeçevre sütunlar ve taş oymaları ile süslü şerefesi bana Arap camilerini hatırlattı. Camiye dört basamakla çıkılan üç kapıdan ortada olanından giriyorsunuz. Yan taraftaki ve üst taraftaki pencerelerin büyüklükleri kapılarla eşit boyutta. Kuzey tarafındaki pencerelerin tahta panjurları kapalı. ama güneydeki pencerelerden ağaçların arasında güneş ışıkları caminin içine sızıyor.
İstanbuldaki camilerin içine girince hepsinin ayrı bir havası vardır. Örneğin bana göre Şehzade Camiini Yapan Mimar Sinan kırmızılı beyazlı süslemeler ve vitraylerle Şehzade Mehmetin adeta bir oyuncak oyuncak bahçesini düşünmüştür. Edirnekapıda’ki Mihrimah camiinin kubbesindeki berraklıkta belki de Sinanın Mihrimah Sultan’a olan aşkının bir tezahürünü görürsünüz. Ama bu Küçük Mecidiye camiine girince ben bambaşka şeyler hissettim. Kubbenin içi, duvarlarınlarda’ ki alçı kabartmalar ve burada kullanılan açık yeşil ve beyaz renkler, yaprak ve çiçek motifleri bana sanki bir ormanda yada yeşil bir vahada olduğum hissini verdi. Sanki Cami Yıldız korusunun bir köşesiydi. Bu güzelliği bir zaman içime sindirdikten sonra dışarıya çıkarak koru yolundan yukarı doğru tırmanmaya başladım.
MALTA KÖŞKÜ
MALTA KOSKU
ÇADIR KÖŞKÜ
TURİSTLERE HOŞ GELMEYEN GÖRÜNTÜLER
Ben yazılarımda genellikle bardağın hep dolu tarafından bakıp gördüğüm olumsuzlukları anlatmayı başkalarına bırakırım. Zaten bizim insanımız çoğu zaman konuları ve yapılanları abartarak negatif görmeye bayılır. Ama bir yabancı bizi tenkit ederse de o zaman da milliyetçilik hislerimiz aniden kabarır ve bunu kabullenmek istemeyiz. İşte bende bu sefer birazda kendimi İstanbul da bir turist gibi hissetmiş olacağım ki özelikle Yıldız parkında gördüğüm birkaç düşündürücü görüntüyü yazamadan geçemiyeceğim. Umarım Turizm Bakanlığımız bu konularla ilgilenirler ve yanlışlar en kısa zamanda düzeltilir.
YEŞİL SERA'NIN DRAMI
Yıldız parkına 1987 yılında yaptığım ziyaretten belleğimde kalan iki güzel sera vardı: yeşil Sera ve Pembe Sera. Kristal birer cam kavanoz gibi yapılmış bu cam köşkler içlerindeki adlarıyla uyumlu cam eşyalar, saksı içindeki pembe azelya çiçekleri, demir işlemeli beyaz bahçe iskemleleri ile çok güzel bir görüntü sergiliyorlardı. O gün satın aldığım Türkiye Turizm ve Otomobil Kurumunun kitapçığında bakın Yeşil Sera nasıl tanıtılıyordu*:
Yıldız Parkı içinde, Malta Köşkünün biraz ilerisindeki vadinin içerisinde yüksek ağaçların altında ağaçların döktüğü renklerle uyum halinde bir cam salon, 1983 de kurumca yaptırılmıştır. Bunun adı “Yeşil Sera” dır. Bu yeni mekanda herşey yeşilin bütün tonlarını yansıtır durur. Tavandan sarkan, bu defa yeşil olan fanuslar, lamba değilde, ağaçlardan sızıp damlamış, akmak üzere olan zümrüt damlalar gibidir. Yemyeşil bir nane likörü içer gibi, koruluğun içinde kaybolmuş bir hazineyi keşfeder gibi,bu sandığın kapağını açarak girmek, ve içinde birkaç saat geçirerek dış dünyayı unutmak, tavsiye edilebilecek bir şeydir.
Bu tanıtım yazısı benim 1987 yılındaki ziyaretimdeki hislerimi de aynen yansıtıyordu, bu nedenle Malta Köşküne doğru yol kenarındaki işaretleri takip ederek çıkarken yolun sağında ana yoldan ayrılan bir patikanın bitiminde cam bir sera görünce heyecanla yolumu oraya doğru değiştirdim. Seraya yaklaştıkça heyecanım biraz şaşkınlığa birazda üzüntüye dönüştü. Yeşil Seranın Çatı kısmındaki cam kırılmış, sarmaşık ve yosun bütün çatıyı sarmıştı. Binanın demir iskeletinin boyaları dökülmüş ve pas içinde bir görüntüye bürünmüştü. Kısmen kırık camekandan içeriye doğru baktım: Salonun içi kimi ayakta kimi yatan paslı bahçe iskemleleri ve mermerleri kırılıp yere düşmüş masalarla doluydu. Sanki buradan bir kaç sene önce bir kasırga geçmiş ve Yeşil Sera öylece kaderine terkedilmişti .
Bu güzelikleri bizlere kazandıran Çelik Gülersoy’u düşündüm ve kendi kendime “ yapmak ne kadar zor ama yıkmak o kadar kolay’ki diye düşündüm. Pembe Serayı aramadım bile, herhalde benzeri bir görüntü ile karşılaşacağımdan korktum ve ana yoldan Malta Köşküne doğru çıkmaya devam ettim.
YEŞİL SERA 1987
YEŞİL SERA 2011
TUVALET SORUNUMUZ
Birazda tuvalet konusundan ve görüntü kirliliğinden bahsedelim şimdi. Tuvalet konusu aslında turizmde sırıtan bir numaralı sorunumuz. Küçük bir örnek vereyim size, ama bu Yıldız Parkından değil Süleymaniye Camiinden. Hani Mimar Sinanın,” çıraklık devrime rastladı” dediği, ama aslında ustalığının o muhteşem eseri. Her gün otobüslerle turist geliyor camiyi gezmeye ve hayran kalıyorlar bu mimari şaheserine .
Bizde Süleymaniye’ye gittik, gezdik , gördük ve sonra bir tuvalete gidelim dedik. Bahçenin uzak köşesinde yüz metreden okunacak koca bir kırmızı grafiti yazsı: WC. Bizim bildiğimiz böyle yerlerde tuvaletin yolu köşe başlarına dikilecek küçük oklu yazılarla gösterilebilir. 75 kuruşu verip tuvalet kapısından içeri girdik. Dışarıda yağmur yağıyor. Son derece iptidai tuvaletin pisuvar kısmının üstüne dam yerine plastik yeşil renkli güneş koruyucusu koymuşlar. Ve herhalde bunları on yıl önce koymuş olmalılar ki hepsi delik deşik, hacet giderirken yağmur suyu oluklardan başınıza akıyor. Oradan çıktık arkadaşlarla hep beraber Süleymaniye camiinin karşısındaki Kuru Fasulye lokantalarından birinde öğlen yemeği yedik. Yemekten sonra bu defa hanım arkadaşlar lavaboya gitmek istediler. Ne cevap aldık beğenirsiniz: “Buradaki kuru fasulye lokantalarının hiç birinde tuvalet yok, Süleymaniye camiinin özel konumu dolayısiyle kanalizasyon alt yapısı yok. En yakın tuvalet Süleymaniye Camiinin bahçesinin öbür tarafındaki Dar-ül-Ziyafet lokantasında var, orayı kullanabilirsiniz.” Çaresiz Dar-ül- Ziyafet lokantasına yürüdük, lokanta yer seviyesinin belki yirmi metre altında eski bir hanın avlusu. Aşağıya demir merdivenlerle iniliyor, yağmur altında aşağıya inmeyi gözümüz kesmedi. İnerken düşmek var, yada “burada yemek yemeyecekseniz, tuvaletleri kullanamazsınız” diyebilirler. İşi garanti’ye alıp Süleymaniye Camiinin tuvaletlerine geri döndük.
Gelelim Yıldız Parkına. Emek ve para harcamışlar, parkın içinde yeşil çimlerin içine boydan boya taştan bir bina yapmışlar ve üzerine pirinçten bir tuvalet yazısı koymuşlar. Buraya kadar her şey güzel. Ama bu yazı, büyük olasılıkla tuvalet çalışanları tarafından yeterli görülmüş olmamalı ki duvarlarına önce siyah grafiti ile WC yazılmış, buda yeterli görülmeyince insan boyunda kırmızı boya ile WC yazıları tekrarlanmış. Parkın bütün güzelliğini gölgeleyen bir görüntü kirliliği...