istanbullite.com

NOSTALGIC WRITINGS BY AN ISTANBULITE © Since 2002

HOME ↓

ABOUT US/BIZ KIMIZ ?

ISTANBUL&TURKEY TRAVEL

ISTANBUL TRANSPORTATION

LIVE TURKISH TV AND MEDIA

NEWS FROM COLUMBUS,OHIO

LINKS

CONTACT US/İLETIŞİM

EVLIYA CELEBI RUYASI

ISTANBUL SUR-ICI ↓

YEDI KULE ZINDANLARI

KAYBOLAN KIR TEPEBAG

SEHZADEBASI DIREKLERARASI

LALELI BABA

MIHRIMAH CAMILERI

CEVIZAGACI- GOTLAR SUTUNU

TEKFUR SARAYI

ISTANBULUN ALTI 1,2

ISTANBULUN ALTI 3,4

HALICTE BIR VAPUR GEZISI

SUMBUL EFENDI

MILION TASI

KOCAMUSTAFAPASADAKI KOSK

ISTANBUL SUR KAPILARI

ISTANBUL TURBELERI/TOMBS

AHMET SARACBASI EFENDI

7 TEPE 700 CAMI ISTANBUL

ISTANBUL SUR- DISI↓

BOSTANCIDAKI BEYAZ KOSK

BALIK UZERINE LAKIRDI

GOKSU DERESI

SAHIL YOLUNDA SABAH

BIR TEPE, BIR KALE

CARPISAN KAYALAR

ISTANBULLU OLMAK

KANDILLIDE BIR GECE

SHOW ME BIG MONEY

SAIRLER SOFASI

HIKAYELI RESIMLER

1CE UPON A TIME ISTANBUL

ARA GULER'S ISTANBUL

ISTANBULUN 77 ISMI

ISTANBUL ICI-DISI ↓

6 MERMER 23 TILSIMLI TAS

HAYDARPASANIN ÖYKÜSÜ

YILDIZ KORUSU

HUNKAR'A GIDELIM

IBRAHIM PASA SARAYI

ABBAS AGA PARKI

TOPKAPI ANIT MEZARLARI

SULEYMANIYEDE BIR GEZI

BAHARIYEDE SINEMALAR

BEYAZIT KULESI

HARBIYE NEZARETI

HAYDARPASA KIRIM MEZARL.

ARCADIUS'UN SUTUNU

OSMANLI EFSANELERI

BIZANS VE KURULUS MITLERI

ISTANBUL DERE TEPE↓

FLORYA DENIZ KOSKU

OZLENEN ESKI ISTANBULMU?

DOGANCILAR PARKI

ULUBATLI VE MIHRIMAHCAMII

HALICTE BIR SEMT: FENER

TARIHTEN KAPAKLAR ↓

ATATURK ALBUMU

1953 DE ANIT KABIR

10 KASIM 1938

ATATURK'UN BINMEDIGI UCAK

ATATURK TBMM KONUSMASI

ATATURK'U ANLAMAK

ATATURKUN EVI VE MEKTEBI

ATATURK'UN AKARETLER EVI

ATATURK MUZE KOSKU

HEYBELIADA DENIZ LISESI

INONU DENIZ LISESINDE1934

INONU HARPOKULUNDA ,1942

VEKILLER VE RESMIGECITLER

BU ANZACLAR NEREDE?

RUYA

CANAKKALE, TRUVA

BOSTANCIDA BIR NIŞAN

JAPONLARIN 1934 ZIYARETI

GOLCUK VE YAVUZ-HAVUZ

GAZOZ KAPAKLARI

BIZANSLI VE BEYAZITLI

KADIKOY, ISKELEDE SABAH

ARMONIKA CALAN KIZ

1975 DE BIR ASK HIKAYESI

METEOR CUKURU

MINIBUS SOFORU ZEYNEL

ANTIPHELLUS BALIKCISI

BIR EGE DILBERI

BIR RUYA

ASOSDA BIR GUN

TWILIGHT ZONE

BEN SERVISCIYIM ABI

BIT PAZARINA NUR YAGDI

VATMAN ALI BEY

ADAM

BIR KARANFILLI ADAM

KINDER HEIM

ZULAL

YESIL KAPI

GENC OSMAN MONOLOGU

DENIZ YILDIZININ OYKUSU

CESITLI KAPAKLAR ↓

MUZE EV

ANNEMIN SANDIGINDAN

1942 DE EN UZUN YOLCULUK

PARIS GOZLENIMLERI

MAHMEDET HOCA

SOLUK MAVI NOKTA

OSMANLI TOKATI VE HIGH 5

HIZIR ILYAS

29 TESRIN

GAZOZ KAPAGI (ORIJINAL)

COLA TURCA

HARICTEN GAZEL

ŞEREF STADI (SOCCER)

CHAMPION BESIKTAS

BESIKTAS STADIUM & FANS

A VISIT TO INONU, 2011

RICARDO ICIN

WITH BJK PLAYERS OF 2011

BJK NEVZATDEMIR FACILITY

BESIKTAS'S USA TOURS

SAMPIYONLUKLAR MIMARI

Q7,GUTI&IVERSON

KAYA KAPTAN

DR. VEDII TOSUNCUK

BJK VE CIRAGAN SARAYI

1964 ALI SAMI YEN ACILISI

ELLI YIL SONRA PRATER'DE

PANTER KALECI

ESKI BIR MILLI MAC

KARANFILLI ADAM

BIR YASAM TARZI

TEMİZ FUTBOL

BERLIN PANTERI

SARI LACIVERT

INSIDE FENER STADIUM

YUSUF ILE SANLI

PASKAL VE BJK FORMASI

KUCUK AHMET

DEMIROREN'E ACIK MEKTUP

GUVEN ONUT

BABA BOSQUE

HELE HELE SERGEN KAPTAN

TAKSM KIŞLASI CIRCA 1925

GELINCİK TARLALARI

CAPS IN ENGLISH ↓

OUR OLYMPIAN IN OUR HEART

MY TRIP ON THE MEGABUS

LYCIAN CITIES OF TURKEY

1937 BERLIN LETTERS

SULTAN SULEIMAN

TURKEY&THANKSGIVING

EINSTEIN'S PLEA TO TURKEY

TURKISH HELP TO IRISH

USA MILITARY IN TURKEY

ATATURK-ROOSEVELT LETTERS

PRESIDENT OBAMA'S TRIP

FLAG RAISING CEREMONY

RENAISSANCE MAN

"NOAH'S ARK" OR IS IT ?

STORY OF SANTA CLAUS

STORY TELLER OF ANATOLIA

TURKISH COFFEE

DOWN CAFE

ECEVIT IN NEWYORK 2002

SUKI, OUR CAT

HERR WAMLEK

ISTANBUL STORIES ↓

IN SEARCH OF LULU

TRANSFORMING OF SS SOLACE

ZEYREK MOSQUE& MONASTERY

COLUMN OF THE MARCIANUS

TRUE CROSS IN ISTANBUL ?

ISTANBUL MYTHS IN ENGLISH

LEGEND OF LEANDER'S TOWER

77 NAMES OF ISTANBUL

7HILLS 700MOSQUES ISTANB.

7 Churches of Anatolia

ISTANBUL VIDEOS

PANAROMIC TOURS/SANAL TUR

CARTE POSTALE NOSTALGIA↓

KARTPOSTAL TURKIYE32-1944

MY MOTHERS ISTANBUL YEARS

MY FATHER'S BERLIN 1937

GERMAN WEHRMACHT 1937

POSTCARDS USA 1944

CARTOLINA POSTALE ITALIA

C.POSTALE EUROPA 1937-946

POST-CARD EGYPT 1942

POSTCARD, MIDDLE EAST

DIYARBAKIR 1955

SOUTH EASTERN TURKEY 1955

ANKARA&ISTANBUL 1956

PARIS 1956

JUKE BOX NOSTALGIA ↓

MUZIK VE BEN

1957-1960 POP

1960-1970 POP

1970-1980 POP

1980-1990 POP

FATHER OF ANADOLU POP

TURKISH MUSIC PORTAL

NESET ERTAS USTA

PLAY FOR THE NATURE

TURKIYE PHOTOS ↓

ADALAR/PRINCE ISLANDS

ISTANBUL PICTURES

ISTANBUL GATES&DOORS

ISTANBUL TOP TEN MUST SEE

ISTANBUL FERRY LANDINGS

ISTANBUL BAZAARS

BOSPHORUS, ISTANBUL

A GOLDENHORN FERRY TRIP

BEYOGLU PICS

BODRUM

CAPPADOCIA

KAS,KALKAN,DEMRE

ALANYA

DALYAN, GOCEK, FETHIYE

ANKARA

TWIN BEAUTIES/IKIZGUZELLE

PHOTOS USA & WORLD ↓

WALKING THE TRAIL

LAS VEGAS

LAKE MEAD,NEVADA

PHILADELPHIA

PARIS

BOSTON

CHICAGO

ITALIA

LONDON 1967

INDIA/NEPAL

CARIBBEAN ISLANDS

DARFUR/SUDAN

SANFRANSISCO AND MONTERY

SAN ANTONIO, TEXAS

San Diego

NEW ORLEANS

NEW YORK

PENNSTATE

PRESIDENTS & KINGS TOMBS

FLAG RAISING IN COLUMBUS

ISLAND OF KOS VIDEO

DURUPINAR MATERNAL F.TREE

AILE/FAMILY BLOG ↓

ESRA'S WEDDING ALBUMS

ESRA'S BRIDAL SHOWERS

ESRA PINAR FILES

DURUPINAR PATERNAL F.TREE

OZMERAL MATERNAL F. TREE

LAMIA&HAMZA VIDEO 1999

OZMERAL PATERNAL F.TREE

BABY MADISON FABLE

BABY TAYLOR FABLE

TAYLOR BABY&TODDLER YEARS

WEILS' WEDDING AND HOUSE

ASLI'S SHOWERS 2008-2009

FAMILY HOLIDAY PICTURES

ANNEM

MY MOTHER LAMIA

ANNEMIZ LAMIA

LAMIA HAMINNE AND TAYLOR

DOGUM GUNU,ANNELER GUNU

"EVIM/HOME"

NOSTALJI TRENI

LIFE OF MY FATHER

REUNITED/ONLAR KAVUSTULAR

SON CINAR BULENTSARACOGLU

I-FOOD

ISTANBULLITE'S FOOD

STREET FOOD

GOLDEN CORRAL COLUMBUS

ANNE'S COOK BOOK

CAFE ISTANBUL

I-LOG

NOVEMBER 2012

OCTOBER 2012

BAGDAT CADDESI

SEPTEMBER 2012

AUGUST 2012

JULY 2012

JUNE 2012

MAY 2012

APRIL,2012

MARCH 2012

FEBRUARY 2012

JANUARY 2012

DECEMBER 2O11

NOVEMBER 2011

OCTOBER 2011

Translate
Bookmark and Share
 
SÜLEYMANİYE DE ESKİ BİR GEZİ
Süleymaniye Painting by Bulent Atalay
BİR TARİH ÖDEVİ

28 Ekim, 1964

Süleymaniye de bir ara sokakta kuru fasulyesi ile ünlü bir lokantada ikisi kız ikisi erkek dört liseli genç öğlen yemeği yiyorlardı. Hava  yağmurlu olmasına rağmen açık havada cadde üzerindeki masalardan birini tercih etmişlerdi. Üzerinde parka ve başında “Che”tipi bir kep olan Maruf arkadaşlarına dönerek, ” Arkadaşlar Rahşan hocamızın verdiği  tarih ödevini tamamlamak  için hazırmıyız “diye sordu. Gençlerin üçü de evet anlamına başlarını salladılar. Tarih hocalarının verdiği ev ödevinde, her öğrenci İstanbulun tarihi anıtlarından birini ve bu anıtla ilişkisi olan tarihi bir kişi hakkında iki sayfayı geçmeyecek bir yazı hazırlayacaktı. Yazı eğer resim, mecmua yada  gazete kupürü gibi bilgilerle  süslenirse bir not da cabası ikramiye alacaklardı. Rahşan öğretmen not konusunda oldukça cimri idi ,ondan yedi alanlar sanki on almış gibi sevinirlerdi.

Semay ile Tülin Kadıköy tarafında oturuyorlardı ve her gün Karaköy vapuruna beraber binerler ve kule dibindeki okula yürüyerek çıkarlardı. Kızların ikisi de giyimine çok düşkündü, Semay ın üzerinde saçları gibi siyah bir kazak altında da ekose bir etek vardı, Tülin ise iki parçalı bir tayyör giymişti. Cemal okulda leyli okuyordu ve bugün salı olmasına rağmen izinli olarak dışarı çıkmak onun için bulunmaz bir nimet olmuştu. O gün tarih son dersti ve Rahşan Hoca ev ödevi nedeniyle ders yapmadan bütün sınıfa izin vermişti. Cemal ders bittikten sonra yatakhaneye giderek  evladiyelik kruvaze takım elbisesini üzerine geçirmiş ve hep beraber arkadaşları ile kapağı okul dışına attmışlardı. Yağmur başladığından Bankalar caddesinden bir tramvaya binip Eminönüne geçmişler buradan da  Mısır çarşısından yukarıya Süleymaniye doğru yürüyerek yemek yedikleri lokantaya gelmişlerdi.

Maruf ,Vefa semtinde oturuyordu onun için bugün gezecekleri yerlerde arkadaşlarına rehberlik yapacaktı. Maruf un boynunda körüklü Bessa marka eski bir fotoğraf makinası vardı. Bu makina ile çekeceği resimler hepsi için eksra bir not demekti.

 
MİMAR SİNAN TÜRBESİ
 
MİMAR SİNAN TÜRBESİ

Yağmur biraz hafiflemiş dört genç Süleymaniye Kuru Fasulyecisin den çıkıp Ağa Kapısına doğru yürümeye başlamışlardı. Kızlar yanlarında getirdikleri plastik yağmurluk ve kapışonları başlarına geçirdiler, Cemal ile Maruf da bir şemsiyeyi paylaşıyorlardı.  Cemal cebinden bir paket Yeni Harman sigarası çıkardı ve arkadaşlarına ikram etti. Kızlar almadılar, Maruf Zippo çakmağı ile Cemalin ve kendi sigarasını yaktı. İstanbul Müftülüğünün önüne geldiklerinde beş altı yaşlarında bir kız çocuğunun önünden geçtiler. Kızın lüle lüle günlerdir yıkanmamış kestane rengi saçları darmadağınıktı. Dudaklarındaki ağız armonikasını anlamsız bir melodi ile üflerken yalvarır bakışlarla gri renkli kocaman gözlerini gençlere dikmiş bakıyordu. Semay çantasından bir yirmi beş kuruş çıkardı ve kızın önündeki maşrapaya bıraktı, biraz önce Süleymaniye de yaşlı bir dilenci kadına dayanamayıp para veren Tülin de son bozuk parasını küçük kıza verdi.

Fetva yokuşunun başına gelmişler tam Mimar Sinan Caddesine doğru karşıya geçeceklerdeki
yokuş yukarı çıkan bir at arabası karşılarına çıktı. Maruf ,”aman durun çocuklar “diye herkesi durdururken, yokuş yukarı çıkmaktan yorulmuş at ağzında köpükler saçarak kişnedi ve ön ayakları ile şaha kalktı. Arabacı,” çüşşş” diye bir taraftan atı durdururken, liseli gençlere”ulan önünüze baksanıza!”  diye çıkıştı.

Araba tekrar yola düzüldükten sonra gençler caddeyi geçip iki yolun kesiştiği yerdeki üçgen alana kendilerini attılar. Üçgenin uç noktasında bir sebil ve iki kenarındaki Mimar Sinan ve Fetvahane caddeleri boyunca uzanan mermer duvarlar içinde bir türbe vardı.

Semay:  “Işte arkadaşlar dedi, benim ödev bölgem burası, inanamıyacaksınız ama bu mütevazi türbe Mimar- ı Azam Sinanın türbesi. Maruf bu türbeyi herkesten iyi biliyordu ama Tülin ve Cemal ilk defa görüyorlardı.

“ Mimar Sinan belki de  Süleymaniye Külliyesindeki Kanuni Sultan Süleymanın türbesini gölgede bırakmamak için kendi türbesini böyle küçücük yapmış”,

diye devam etti Semay.

“Aslında eskiden bu iki sokağın birleştiği şu üçgen alanın içinde Mimar Sinanın mütevazi evi de varmış, ama bu ev sonradan yıkılmış. Mimar Sinan hayattayken  evinin bahçesinin köşeciğine türbesini yapmış. Evinin yanına da bir sibyan mektebi yapmış ama o da günümüze ulaşamamış. Düşünün, arkadaşlar, üç yüz elliye yakın eser bırakan bu büyük Sinan kendi hayatını anlatırken*  bile  gerçekçi ve ne kadar mütevazidir ve şöyle der,  

Bu değersiz kul , Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup , Kayseri sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Acemi oğlanlar arasından sağlam karakterlilere uygulanan kurallara bağlı olarak kendi isteğimle dülgerliğe seçildim. Ustamın eli altında , tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek , görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi, görgümü artırdım. İstanbula dönerek zamanın ileri gelenlerinin hizmetinde çalıştım ve yeniçeri olarak kapıya çıktım.


Semay Mimar Sinanı anlatırken diğerleri de hem onu dinliyor hemde etrafı  inceliyorlardı. Mermer duvarın içinde  demir parmaklıklı bir dua penceresinin arkasında Mimar Sinanın türbesi görünüyordu. Bu türbe alışılmış türbelerden farklı olarak yanları açık, altı adet  mermer sütun üzerine konulmuş bir tonozun altında duruyordu. Damın ön kısmında küçük bir kubbe vardı. Bu kubbenin bir benzeride  mezar duvarlarının dışında kalan sebilin üstünde görülüyordu. Mimar Sinanın kabrinin başucunda mermerden çok güzel işlenmiş bir kavuk vardı. Üçgen mezarlık  alanı boydan boya iki buçuk metre boyunda beyaz taştan mermer duvarlarla çevrilmişti. Taş duvarın içinde mermer çerçeveli pencereler vardı. Pencerelerin içinde bir biri üzerine geçirilmiş taş dairelerden birer kafes örülmüştü. Hacet penceresi denilen ve kabrin tam baş kısmına gelen pencerenin içinde ise demir parmaklıklar vardı. Bu pencerenin tam üstünde altın yaldızlı bir kitabe de şu satırlar okunuyordu.

“Ey iden bir iki gün dünya sarayında mekân
Cay-i asayiş değildir âdeme milk-i cihan
Han Süleyman’a olub mimar bu merdi Güzin
Yapdı bir cami verir Firdevsi âlâdan nişan
Emri şahile kılub su yollarına ihtimam
Hızr olub abıhayatı âleme kıldı revan,
Çekmece cisrine bir tâkı muallâ çekdi kim,
Aynıdır âyinei devranda şekli Kehkeşan
Kıldı dört yüzden ziyade mesçidi âli bina,
Yapdı seksen yerde cami bu aziz kârdan.
Yüzden artuk ömr sürdü akıbet kıldı vefat
Yatuğu yeri Hüda kılsın anın bagı cinan
Rıhletinin Sâi-i dâi tarihini
Geçdi bu demde cihandan pîri mimaran
Sinan 996.”

“Peki Sinanın yanındaki  diğer üç mezar kime ait?” diye sordu Cemal.
“ Valla bildiğim kadarı ile Mimar Sinanın sağı ve solundaki mezarlarının biri onun ikinci karısı Gülruh Hatuna, diğeri ise torunu Derviş Çelebiye ait olduğu söylenir. Üçüncüsü ise şöhretli  bir mimara aitmiş, ama ismini unuttum.”

diye yanıtladı Semay.

“Aaa ben bir kitapta okumuştum!  Türkiye de Neo- Klasik mimarinin öncülerinden Ali Talat Bey, ölünce çok sevdiği Mimar Sinanın yanına gömülmesini vasiyet etmiş. 1920 li yıllarda vefat edince de onu buraya gömmüşler”, diye atıldı Tülin.

Semay:

Mimar Sinan Şehzade ve Süleymaniye camileri  için;
“Çıraklığımda İstanbul’daki Şehzade Camiinde icra ettim, kalfalığımda da Süleymaniye Camiini.”  der. Sinan Süleymaniye Külliyesini bitirince caminin  anahtarını Sultan Süleyman’a takdim eder. Sultan Süleyman ise, “bu eseri sen yaptın, ilk olarak da içeri girmek senin hakkın der” ve anahtarı iade eder. Herhalde Mimar Sinan ömrünün son yıllarını bu küçük kabristana bitişik evinde geçirdi.

“İşte arkadaşlar benim tarih ödevim bu kadar”.

 
VEFA BOZACISI
 
 
Gençler Semay’ın sunumu çok beğenmişlerdi. Cemal, “şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu. Maruf, Dağbaşını Duman Almış marşı temposunda ; “Yürüyelim Arkadaşlar !”diyerek öne geçti. “Boza içeceksiniz şimdi” dedi.

Ahşap evler içinden arnavut kaldırımı sokaklardan geçerek Vefa’ ya doğru yürüyorlardı. Köşebaşında bir çınar ağacının yanında durdular, Maruf  ağacın altında’ki büyük taşı göstererek, “biliyormusunuz bu taş ne taşı?”diye sordu. Herkesin dudak bükmesini görünce; “Bu bir el kesme taşıymış. Eski devirlerde bunun üzerinde iki demir halka varmış. Hırsızlık yapanların eli burada bileğinden kesilirmiş. Tabii hırsızın da çesitlisi vardır. Mesela kıtlık devrinde yada ailesine ekmek çalan bir hırsızdan bahsetmiyoruz. Bu daha ziyade büyük hırsızlıklar ve kendisine emanet edilen malları çalıp zimmetine geçirenlere uygulanırmış. Bana bunu babam anlatmıştı. O görmemiş ama ona da babası Müneccimbaşı ve İstanbul Müftüsü Arif Efendi söylemiş ”.

Dört arkadaş önce Vefa Lisesinin sonrada  küçük bir caminin yanından geçtiler ve üç yol ağzı bir meydana geldiler. Maruf soldaki üç katlı taş binayı gösterek, işte bizim oturduğumuz ev burası dedi. Yanındaki ahşap evlerin içinde bu taş bina daha bir dikkat çekiyordu. Yan duvarında tam damın altında mermerden oyulmuş bir ayyıldız ve 1922 tarihi göze çarpıyordu. Sokaktan aşağı doğru yürümeye devam ettiler. Dar sokağın dik bir yokuşla kesiştiği yerde bej renkli badanalı iki katlı bir binanın önüne geldiler. Binanın üç kemerli ön yüzünde kocaman kırmızı bir tabelada “Tarihi Vefa Bozacısı” yazıyordu.

Maruf, “Vefa Bozacısının hikayesi uzundur” dedi. Evliya  Çelebinin yazılarında İstanbulda bir tarihte üç yüz kadar boza imalathanesi  ve bu bozaları sokak sokak dolaşıp satan bin kadar bozacı olduğundan bahseder. O zamandan beri, bu fermantasyonlu içecek  yemekten sonra insanın sindirimini kolaylaştıran, büyük küçük bütün ailenin soğuk kış geceleri mangal etrafında toplanıp sohbet ederken tercih ettiği bir gelenekmiş. Dedem Hacı İbrahim Bey ve Kardeşi Hacı Sadık Bey 1800 lü yıllarda Yugoslavyanın Prizren köyünden İstanbula göç etmişler ve Vefa semtine yerleşmişler. Burada açtıkları bozacıda ekşi olan bozaya biraz daha tad katarak imalata ve satışa başlamışlar. Şu elimde gördüğünüz 1876 yılından ki alamet-i farika’yı gösteren eski resimde :

VEFA BOZA, ŞIRA VE SİRKE FABRİKASI  MUCİT VE MÜSTAHZİRİ  HACI SADIK VE HACI İBRAHİM BİRADERLER  KURULUŞ TARİHİ  1293

yazıyor.

Yani dedem ve büyük amcam Bozayı miladi 1876  yılında Vefa Semtinin bir markası haline getiriyorlar. Sonra yıllar geçiyor ve önce amcam Hacı Sadık Bey vefat ediyor. Dedem İbrahim Bey bir müddet kardeşinin oğlu ile Vefa Bozacısını birlikte işletiyorlar . Ama sonra dedem hastalanıyor ve hastalığı sırasında nasıl oluyor bilinmez, dedem haklarını amcamın oğluna devrediyor. Dedem ölünce de kardeş çocukları tamamen ayrılıyorlar. Dedemin oğlu Mehmet Emin Vefa 1956 da "Vefa Bozacısı Hacı İbrahim Oğlu Mehmet Emin Vefa" adıyla Şişhanede bir imalathane açıyor ve baba mesleğine burada devam ediyor. Şu tabelada gördüğünüz gibi Hacı Sadik Beyin oğlu İsmail Vefa da Vefa Bozacısı olarak tarihi binada boza ve sirke satışına devam ediyor.

Maruf,  iç geçirerek ön cephesi bir yuvarlak silindir gibi iki sokağı da gören üç katlı taş binayı işaret etti. “Dedem bu bozacı dükkanın  yanındaki binanın üst katında otururdu. Burası onun gençken gelip kardeşinle birlikte yerleştiği ve onların Boza ile Vefa ismini  eş anlama getirdikleri yerdi. Ne yazıktır’ ki onun ismi artık bu semtte yok, hatta onu bırak Eyüp Sultan mezarlığındaki mezar taşı bile zamanla kayboldu. İsterseniz siz içeri girip birer boza için, bende elimdeki kitapları gidip eve bırakayım. Daha iki tarih projemiz daha var, bunları elimizde taşıyıp hamallık etmeyelim diyerek arkadaşlarının yanından ayrıldı.

Diğer üç arkadaş ortadaki kemerin içindeki camlı kapıdan dükkana girdiler. Dükkan’ın sol tarafında  boylu boyuna tahta bir tezgah uzanıyordu. Tezgah’ın arkasında, iznik çinileriyle süslü duvarın önünde boza güğümleri vardı. Tezgah’ın üstünde de müşterilere servis yapılan boza bakraçları ve bardaklar konmuştu. Başında ahçı şapkası olan bozacı, kapının yanında ki kasada duruyor ve müşterilere buradan servis yapıyordu. Dükkanın arka bölümü boydan boya bir etajer aynası ile kaplanmıştı . Aynanın altındaki duvara bitişik sırada, son derece şık iki hanım bozalarını içip sohbet ediyorlardı. Sağ tarafta ki duvarın bir köşesinde Atatürkün burada yıllar önce  içtiği bozanın bardağı cam bir fanus içinde müzeleştirilmişti. Hemen yanındaki bütün duvarı kaplayan rafın üzerinde enva- i çeşit sirke şişeleri yerleştirilmişti.  Duvarlardaki İstanbul gravürleri arasında da bozayı tarif eden ve faydalarını anlatan bir tabela da şöyle diyordu.

Boza darı irmiği su ve şekerden imal edilir. Boza mayalanması sırasında
laktic asit üretir. Ender gıda maddelerinde bulunan bu asit çok değerli olup, hazmı kolaylaştırıcı bir etkisi vardır.
Süt yapıcı özelliği dolayısıyla hamile bayanlara ve vitamin kaynağı olarak sporculara tavsiye edilir.
Kolera hastalığının tedavisinde de son derece etkilidir.

Üç arkadaş paralarını birleştirip birer bardak boza aldılar ve mermer masalardan birine oturup hem bozalarını içtiler, hemde bundan sonraki tarih ödevini konuşmaya başladılar.

MOLLA GÜRANI KİLİSE CAMİİ
 
MOLLA GÜRANİ KİLİSE CAMİİ

Birazdan Maruf kapıda göründü, hep beraber Bozacıdan çıkıp arnavut kaldırımı yoldan yokuş aşağı inmeye başladılar. Köşe başında, üzerinde mavi önlüğü başında kasketi ile yaşlıca bir adam tezgahını kurmuş mangal üstünde kavrulmuş kestane ve leblebi satıyordu. Adamın cüssesine oranla çok büyük bir kafası vardı. Cemal, acaba “Pazarola  Hasan denilen adam bu mu?” diye aklından geçirdi. Tülin yaşlı adamdan yüz gram leblebi alıp gazete kağıdından yapılmış külahtan arkadaşlarına ikram ederek, “ Çocuklar bilirsiniz benim resim ve güzel sanatlara olan merakımı!. O yüzden sanat değeri yüksek ve çok eski  bir binayı seçtim, adı Molla Gürani Kilise Camii, biraz aşağıda kalıyor gelin oraya doğru yürüyelim” dedi.

Yokuştan aşağı bakıldığında Haliç kıyıları görülüyordu, yağmur durmuş Fatih Camiinin minareleri arasında gök kuşağı çıkmıştı. Sol tarafta bakımsız bir Osmanlı mezarlığında kedi yavruları mezar taşları arasında oynaşıp duruyordu. Yokuş aşağı doğru inerken sağ tarafta küçük bir kol yapmış, kör bir sokağı andıran yoldan ufak bir düzlüğe iniyordu. Bu küçük yolun düzlüğe kavuştuğu yerde kırmızı tuğladan yapılmış tipik bir bizans kilisesi yada  bir manastır kompleksi vardı. Kilisenin güney tarafında oraya  sonradan ilave edildiği pek belli olmayan bir minare yükseliyordu. Minare Selçukluların mimarisinde görülen tuğladan yapılmış olduğundan sonradan eklendiği kırmızı tuğlalı bizans  kilisesi  ile tam bir uyum içindeydi.

Cemal önden giderek düzlüğe vardı, dar yol buradan da ahşap evler arasında Haliç e doğru devam ediyordu. Kilisenin ön cephesi yer seviyesinden bir metre kadar yükseklikte idi ve iki taraflı, sonradan yapılan bir merdivenle ana kapıya çıkılıyordu. Binanın cephesinde, en uçlardaki ikisi tuğla ile örülmüş, sekiz tane kemerli pencere vardı. Pencerelerin altındaki duvarın içinde  çok eski devirlerden kaldığı belli olan, hepsi birbirinden ayrı desenli mermer oyması taşlar yerleştirilmişti.  Semay ile Tülin merdivenlerden çıkarak, yeşil demir parmaklıklı pencerelerden kilisenin içine baktılar. Tadilat dolayısı ile bina ziyaretçilere kapalı idi. Maruf ahşap bir binanın önüne geçmiş kilisenin resmini çekiyordu. Birazdan o da arkadaşlarının yanına geldi ve “ Tülin ben bu camiyi Kilise Camii olarak bilirdim, anlat bakalım bu Molla Gürani adı nereden geliyor ” dedi.

Tülin,

“Theodoros Kilisesinin ilk defa 5. yüzyılda Aziz Theodoros’a adanmak üzere yapıldığı tahmin ediliyor. Bunun ispatı da temeldeki taşların bu devirin izlerini taşıması. Bugün gördüğünüz bina ise XI yüzyılda Aleksios Komnnenos devrinde yapılmış, bu devirde İstanbul tuğla ocaklarından alınan tuğlalar kullanılmış yapıda. Binalar Komnennos ve Palaiologos mimarisinin bir örneği, tuğla ve taşlar birbirlerinin alternatifi olarak kullanılmış çoğu yerde. Sonra Haçlı seferleri sırasında  kilise tahrip ediliyor ve 1261 yılında büyük bir tamirat görüyor ve şu gördüğünüz dış narteks binaya ekleniyor. 1453 yılında Fatih İstanbulu aldıktan sonra Hocası Molla Gürani’yi bu kiliseyi Camiye çevirmesi için görevlendiriyor. Camii 1833 yılına kadar içindeki mozaikler ve kubbelerinin iç kısmındaki resimler ile yaşamını sürdürüyor. Bu tarihte büyük bir yangında mozaiklerin bir çoğu kayboluyor.1848 yılında yapılan onarımda resimlerin üstü sıva ile kaplanıyor. Neyse’ ki bundan tam bir asır sonra 1937 de yapılan onarım sırasında bu sıvalar sökülüyor ve kalan mozaik ve resimler tekrar gün yüzüne çıkarılıyor.”

Tülin bunları söyledikten sonra elindeki notlara bir göz attı ve devam etti: “Molla Güraninin hayatına gelince; Molla Gürani Suriyede doğup Kahirede yetişen büyük bir din adamı ve alimmiş. Tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh konularında engin bilgi sahibi imiş. İstanbula gelince onu Padişah 2. Muratın “huzuruna cikarmışlar. Padişah Molla Güraninin bilgisinden o kadar etkilenmişki, onu Manisada bulunan şehzadesi Mehmetin hocalığına tayin etmiş. Hatta çok dik başlı olan oğlunu dövebileceğini bile söylemiş. Molla Gürani ise geleceğin Fatih’ini yola sokmak için, Arapça olan bir yazıyı Şehzadeye  tercüme ettirmiş. Yazıda öğrenciyi eğitmek için dayağın mübah olduğu yazılıymış. Bunu okuyan Şehzade Mehmet kısa zamanda yola gelerek, önce Kuranı hatim etmiş sonrada Hocasından ilim irfan ve lisan öğrenmiş.

Padişah oğluna kısa zamanda bu kadar bilgiyi öğreten Molla Güraniyi mükafat olarak Vezir tayin etmek ister. Ama o, benden başka bu işi bekleyen çok kişi var deyip, Bursa Kadılığı ile yetinmiş. Fatih İstanbulu aldıktan sonrada  saltanatı boyunca ona hep akıl danışmış ve Molla Gürani Şeyhülislamlığa kadar yükselmiş.  Bir bayramda hava kötü yerler çamurluymuş. Molla Gürani Padişahtan affını isteyerek bayramı uzaktan kutlayayım der. Padişah ise, biz onlar burada olunca Bayram ederiz deyip, onun atı ile selamlığa kadar gelmesine izin vermiş.

Molla Gürani şu gördüğünüz camide ilim, irfan ve dini bilgileri insanlara öğretmiş.  Ömrünün son yıllarını küçük evinin bahçesinde geçirirken, bir gece onun sabaha kadar kuran okuduğunu görmüşler. Sabah yanına gelen vezirlere ve müminlere “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bugündür. İkindi vaktine kadar benim üzerime Kur’an- ı kerim okumaya devam ediniz, ikindiden sonra fazla uzamaz. ” demiş ve Sultan İkinci Beyazıtın bütün borçlarını ödemesini ve bizzat cenaze namazını kılmasını ve cenazesinin ayaklarından çekilerek mezara getirilmesini vasiyet etmiş. İkindi ezanı okunurken de kelimeyi şahadet getirip ruhunu teslim etmiş. Ertesi gün Padişah cenaze  namazını kıldıktan sonra Molla Gürani,  Aksaray ile Topkapı arasında, tramvayların geçtiği Vatan Caddesinin yanında kendi yaptırdığı caminin bahçesine gömülmüş. Ama tabi kimse onu ayağından çekmeye cesaret edememiş, beyaz kefene sarılı naaşını bir hasır üzerinde mezara sürüklemişler. İşte benim hikayede böyle bitiyor.”

Cemal, “Valla o kadar güzel ve detaylı anlattın ki  kıskanmadım desem yalan olur, benimki sizin anlattıklarınız yanında biraz sönük kalacak galiba” diyerek endişeli bir yüz ifadesi takındı.  

ŞEHZADEBAŞI VE İSTANBULUN ORTASI
ŞEHZADEBAŞI VE İSTANBULUN ORTASI

Cemal :
“Şimdi arkadaşlar sizi İstanbul’un ortasına götüreceğim, hem Şehzade Camiini gezeriz hemde eski Şehzadebaşından ve Direklerararasından bahsederiz”.

Hep beraber biraz evvel indikleri yokuştan yukarı doğru çıkmaya başladılar. Kalabalık ana yola çıktılar ve yaya kaldırımından ileride görülen Şehzade Camiine doğru yürüdüler. Köşebaşında, yakındaki bir ilkokuldan çıkmış siyah önlüklü öğrenciler bir macuncunun etrafında toplanmış rengarenk macundan almak için sıralarını bekliyorlardı. Karşı kaldırımdaki Sinemada Belgin Doruk ve Ayhan Işık’ın Küçük Hanımefendi filminin afişleri görülüyordu. Sinemanın önünde elinde siyah bez bir torba olan tombalacı: ” Salem var , Marlbora var, çek çek al” diye çığırtkanlık yapıyordu.

Cemal Şehzade Camiine  yaklaştıklarında  durdu ve iki sokağın kesiştiği  duvardaki yeşil renkli bir sütunun üzerine elini koyarak: “İşte arkadaşlar İstanbulun ortası burası” dedi ve devam etti:

“Şehzadebaşı İstanbulun Fatih ilçesinde adını çokca duyduğumuz bir semt. Semt’in en büyük  özelliği bütün tarihi dokuların tam ortasında bulunması. Örneğin Beyazıt Meydanı ve Beyazıt Kulesi, İstanbul Üniversitesi, Bozdoğan yada Valens Kemerleri, semte adını veren Şehzade Camii, tarihi  Vezneciler ve Direklerarası sokakları, ünlü Vefa Bozacısı ilk başta aklımıza gelen semti çevreleyen tarihi yerlerden sadece birkaçı.

Aslında Şehzadebaşı bu tarihi dokuların  tam ortasında derken fazla abartmış olmuyoruz. Zira eski inanışa göre Şehzadebaşı Sur İçi Istanbulununda en orta noktası imiş.Tarihi Mese yolu (Divan Yolu) üzerindeki Milion taşı dünyanın sıfır noktası yada tam ortasın simgeler ve bütün yolların sıfır noktası burası kabul edilirmiş. Belkide bu Bizans inancına paralel olarak Osmanlılarda İstanbulun tam ortasını Şehzadebaşı olarak seçmişler. Bilindiği gibi Osmanlı zamanında İstanbul denince akla “sur içi “ yani tarihi yarımada gelirdi. Bizim çocukluğumuzda bile Üsküdar’dan yada Kadıköy’den vapura atlayıp karşıya geçince “ İstanbul’a gidiyoruz “derdik.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini yaptırdığında, Caminin Veznecilere bakan avlu duvarına, içinde demir bir mil olan ve dönen yeşil bir taş koydurmuş. Kimine göre de burada Bizanslılar  zamanından  beri  şehrin ortasını gösteren bir işaret zaten varmış ve  Mimar Sinan da Şehzade  Camiini inşa ederken bu taşın yerine yeni bir taş dikmiş. Camii duvarının içinde çakılı kalmış yeşil taş bugün artık dönmüyor, dönmediği gibi  etrafından her gün geçen binlerce kişinin dikkatini bile çekmiyor.”

Tülin, eliyle sütunu okşayarak  “ne kadar güzel bir taş bu Ayasofyanın içindeki sütunların taşına  benziyor” dedi “

Cemal “olabilir tabii” dedi ve Şehzade camiinin bahçe kapasına doğru yola öncelik ederek:
Semte adını veren Şehzadebaşı Camii  ve Külliyesi şüphesiz bölgenin en önemli yapısı.. Mimar Sinanın “çıraklık eserim “ dediği bu cami bence onun en güzel eserlerinden biri. Caminin içinde insana huzur veren bir aydınlık, kubbesinin iç kısmındaki beyaz üzerine kırmızı renkteki motifler, onun hemen altındaki  pencereleri kaplayan rengarenk vitrayler, tavandan asılı eskiden yağ kandilleri taşıyan dev avize, zeminde gene tavanla uyumlu kırmızı renkteki yekpare halı ve diğer camilerde görülmeyen  üzeri nakış gibi işlenmiş iki güzel minare.

Caminin avlusu da güzel, ama içindeki türbeler biraz kasvet verici ve üzücü. Bilindiği gibi Kanuni Sultan Süleyman çok sevdiği oğlu Şehzade Mehmet’i kaybedince yaptırmış bu koca Külliyeyi. Ama gel zaman git zaman tahtı korumak için öldürülen her şehzade buraya defnedilmiş sanki. Türbenin içine pencereden baktım: bir dolu küçücük sandukalar.”

Hep beraber camiyi gezdiler, çıktıklarında Semay : “Aman Allahım sanki Mimar Sinan bu Camiyi yaparken, küçük Şehzadeye bir çocuk ve oyuncak bahçesi olarak düşünmüş. Cıvıl cıvıl renkler, pırıl pırıl yaldızlar, kubbenin içi de ayrı kalaydeskop dedi. Maruf da en çok el örgüsü gibi dantel dantel işlenmiş minarelerin güzelliğinden etkilenmişti.

Cemal:

“Gelin biraz da eski Direklerarasında dolaşalım ve size biraz da bu semtten bahsedeyim”

Maruf:

Hepimiz yorulduk istersen orada bildiğim küçük bir börekçi var orada oturup birer gazoz içelim, sende bize şu benim semti anlat” diye yanıt verdi . Kızlar bu teklifi severek kabul ettiler. Börekçi ye girdiklerinde Maruf herkese birer Çamlıca Gazozu ısmarladı , boş olan masalardan birine oturdular ve Cemali dinlemeye devam ettiler.

“Vezneciler semtinin en önemli binası  zamanında Keçecizade Fuatpaşa Köşkü imiş. Osmanlıların son dönemlerinde burası Maliye Nezareti (Bakanlığı ) olarak kullanılıyordu.Köşkün bahçesi ve Vezneciler caddesi de bu devirde tefeciler, altın, gümüş alıcı ve satıcıları ve arzuhalciler ile doluymuş.  Altın ve gümüş sikkeler burada tartılır, emekliler maaşlarını burada kırdırırlarmış.

Belki de bu parasal işler dolayısı ile sokağa “Vezneciler” adı verilmiş. Arzuhalcilere gelince, bunlar genellikle devlet kapısında işlerini yürütmek isteyen vatandaşların dilekçelerini yazarlarmış. Ama bu arzuhalcilerin müşterilerinin büyük bir kısmını kadınlar teşkil edermiş. Çarşaflarının ve feracelerinin  içinde yüzleri kapalı bu genç kızlar arzuhalcilere aşk mektupları yazdırmak için gelirlermiş genellikle.

Direklerarası denilen sokak yada bölge ise Şehzade Camiinin iki minaresinin bulunduğu Veznecilerin paraelinde olan sokak. İsmini Onsekizinci yüzyılda burada bulanan seksen küsur dükkanının önündeki mermer revak yada sütunlarda varmış. İlk zamanlarda yeniçerilerin bir gezi ve alışveriş yeri olarak ün yapan bu sokak on dokuzuncu yüzyılda, özelikle Ramazan aylarında bir eğlence merkezi haline dönüşüyor.

Buradaki  dükkanları Damat İbrahim Paşa Şehzade Camiinin külliyesine gelir sağlamak için yaptırıyor. Mimar Hamit Sözer 1920lerde çocukluğunun geçtiği Şehzadebaşındaki dükkanlardan birkaçını şöyle sıralıyor*:

Sokağın en başında Tunuslu Fesçinin dükkanı, hemen onun yanında günümüzdeki kuru temizlemecilerin  başlangıcı sayılabilecek  Lekeci dükkanı. Biraz ileride kavanoz kavanoz  rengarenk akide şekerlerinin sergilendiği Udi Cemil Bey’in Şekerci dükkanı,  yanında bir manav ve onun hemen bitişiğinde bir erkek terzihanesi. Biraz ötede özellikle Ramazan ayında pideleri ile ün yapan Çinili fırın ve yolun bitiminde İbrahim Ethem Beyin Eczanesi .

Direklerarası’nın diğer önemli dükkanlarını da kıraathaneler oluşturuyor.Bunların en ünlüsü  emeklilerin  müdavimi olduğu İkbal Kıraathanesi imiş. Burada  semtin emeklileri hem gazeteleri okur hemde birbirleri ile sohbet eder tartışırlarmış. Bu İkbal kahvesi bana  Burhan Felek’in Cumhuriyet gazetesindeki pazar günleri yazdığı haftalık yazıdaki kişileri hatırlatır. Gerçi, Burhan Felek’in kahvesi muhakkak Üsküdarda dır ama emekli tipleri aynıdır; Konsolos, Eczacı, Müdür, ....

Gözünüzün önüne getirmeye çalışın, Direklerarasında Ramazan ayındasınız: İftar topu atılalı saatler olmuş vakit neredeyse sahura yaklaşıyor. Ferah sinemasında at, ip ve trapez cambazları  gösteri yapıyor, Hilal sinemasında Şarlo’nun sessiz filimleri gösteriliyor, yol boyunca sıralanmış küçük dükkanlardaki kıraathane ve  tiyatrolarda Meddah oyunları, Karagöz Hacivat, Orta Oyunu gibi geleneksel Türk Tiyatrosunun başlangıcı sayılan oyunlar sergileniyor. Meddah Aşki, bir sıranın üzerine oturmuş, elindeki uzun sopası ile raftaki külah, fes, takke ve şapkalardan birini alıp başına geçiriyor ve kişilerin taklidini yapıyor. Diğer bir binada  Meddah Sururi’nin orta oyunu, bir diğerinde kanto gösterileri var. Sokaklar insanlar ve seyyar satıcılar ile dolu : Maniciler, destancılar, panoromacılar, horoz şekercileri ve şerbetçiler, sucular, her derde deva Hacı Baba hapı satanlar, sopaların üzerinde yürüyen cambazlar...

Vakit gece yarısını  artık çoktan geçmiş artık sahur vakti gelmektedir. Şimdi Davulcu Ömer Ağa boynunda davulu sokak sokak gezmeye ve eğlencenin bittiğini, ibadetin başladığını tokmağı ile davuluna güm güm vurarak ilan etmeye başlamıştır. Davulcu Ömer Ağa iri yarı, kaytan bıyıklı yakışıklı bir adamdır. Sokak aralarından  geçerken kafeslerin arkasında genç kızlar kendisini süzer, daha cesaretli olanları sokağa inip bahşişlerini verip kendisine güzel laflar atarlar.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra Sur Içi Istanbulun eğlence merkezi ola Şehzadebaşı yavaş yavaş yerini Beyoğluna kaptırıyor. Şehrin eğlence merkezi tiyatroları ile sinemaları ile birlikte yavaş yavaş Cadde-i Kebir’e kayıyor. Hele 20 yüzyılın ortasından itibaren, buranın en önemli binalarından biri olan  ve Şehir Tiyatrolarının başladığı Letafet apartmanı, Yeniçeri Hamamı,  Ferah Tiyatrosu gibi nirengi noktalarının yıkılıp yerine otellerin açılmas , yolların köstebek yuvasına, meydanların altını üstüne getirilmesi ile tarihi Şehzadebaşıda adeta tarihe karışıyor.

Kemani Tatyos Efendinin, Udi Cemil Beyin,  genç Lemi Atlı’nın fasıl yaptıkları Fevziye Kıraathanesi, Hacı Reşit’in Çaycı dükkanı, Şule Kıraathanesi, Acemin Kahvesi, Turan Sineması, Naşit Tiyatrosu artık yok. Tiyatroların yerini oteller, kebabçılar, berberler almış.”

İşte böyle bayanlar,beyler benim hikayede böyle biter.”

Maruf: “Yirmi senedir  içinde yaşadığım semtin tarihini ne güzel anlattın, çok beğendim” dedi.
Kızlar da hemfikirdiler, “hem öğrendik hem de nostalji yaptık” diye eklediler.

Günün sonu gelmişti. Cemal okula dönmek istemedi o gece. “Kocamustafapaşaya gider bu gece Anneannemde kalırım”, diyerek arkadaşları ile vedalaştı. Maruf sınıf arkadaşlarını Aksarayda’ki  Eminönü otobüs durağına kadar götürdü. Pertevniyel Valide Camii’nin önündeki otobüs durağından Kocamustafapaşa otobüsüne binen Cemal biletçiye elli kuruş vererek “paso” dedi . Eski Magirus balık istifi tıklım tıklımdı, içerde kesif bir koku vardı. Cemal şöförün yanında, yerden çıkma zangır zangır titreyen vitesin yanında tavandaki kayışa tutunarak ayakta zar zor duruyordu. Acaba bundan kırk elli yıl sonra bugün gezdiğimiz yerlerde aynı arkadaşlarla beraber olsak acaba neler görürdük diye düşündü.

Cem Özmeral
21 Aralık,2011
Dublin, Ohio   

 
 
View Larger Map
BACK TO TOP/EN BASA
NEXT/BIR SONRAKI
BACK HOME/ANA SAYFA

                                                                                               

                                                                                                       Page copy protected against web site content infringement by Copyscape                            
                                                                                              ©2012.All rights reserved        

Website powered by Network Solutions®